Yılan hikayesini bilir misiniz? Bilmeyenleriniz veya hangisinden söz ettiğimi bilmeyeniniz mutlaka vardır. Baştan yazalım.
Adamın biri, bir yılana bir iyilikte bulunur. Yılan da adama karşılığını bir altın ile öder. Derken bu ilişki gelişir ve adam yılanı her gün ziyaret etmeye başlamıştır. Tabi yılan da her gün bir altın verir olmuştur. Gel zaman git zaman, adam hastalanır. Dostu yılana oğlunu gönderir. Hem hastalık durumunu haber vermesini, hem vereceği altını alıp gelmesini söyler. Çocuğun hayat deneyimi yoktur. Her şeyi kendisinin bildiğini, dünyanın en zeki ve güçlü insanı olduğunu falan zannetmektedir. Yılanın yuvasının olduğu bölgeye yaklaşırken Ortalık karıştırmaktan ve ebebeyinlerine zarar vermekten başka çokta bir işe yaramayan kafasında bir ışık yanar. "Neden bu altınları tek tek alıyoruz?" diye sormaktadır kendi kendine. "Halbuki bu yılan geberecek olursa altınların hepsini tek seferde alabiliriz" demektedir. Kararını vermiştir. Yılana seslenir ve yılan ortaya çıkar. Babasının hasta olduğunu söyler. Yılan üzüntülerini bildirmekte ve dostuna göndereceği altını getirmeye hazırlanmaktadır. Çocuk hızlı ve hınçlı bir hareketle sopayı yılana savurur. EEEE; yılan bu. Yılların deneyimi var. Ani bir refleks ile kelleyi kurtarır kurtarmasına ama kuyruk gitmiştir. Can acısıyla sert bir manevra yapar ve çocuğu ısırıp zehirler. Aradan yine zaman geçer. Hani her şeye ilaç olan zaman... Sağlıklı çocuk ölür, hasta adam iyileşir. Yılan dostunu ziyaret etmek ister. Yuvaya yaklaşıp seslenir. Yılan çıkar. Tabi ki dostunun sağlığı onu sevindirmiştir. Pardon eski dostunun sağlığı olacaktı. Neden mi? Adam dostluğun devamını istemektedir. Yılanın cevabı şöyledir.
"Sende bu evlat, bende bu kuyruk acısı oldukça, biz bir daha dost olamayız."
Bir düşünelim şimdi; kaçımız karşımızda yerden göğe kadar haklı bir yılan olduğu halde diretip duruyoruz? Kaçımız dolanıp dururuz belki yeşerir diye o kurumuş ağacın altında? Kaçımız umut gibi güzel bir duygunun bu zararından haberdarız?
Veya yılan olalım. Kaçımız kararlı olacak yerde idare edip kaldığımız yerden devam ediyoruz? Kaçımız hem kuyruk acımızı yok sayıp hem karşıdakinin evlat acısını unutabileceği zannıyla kendimizi kandırıp avutuyoruz? Kaçımız ille de altın verecek birini arıyor, bulamazsak çıldırıyoruz?
Aslında kimi zaman göçmen kuşlar gibi olmak gerekir. Hayat neredeyse oraya uçmak yani. Kimse güvercinlere ve serçelere mücadele edip zehir gibi ayazı olan kış mevsimlerini sağ atlatabildi, mücadeleden başararak çıktı diye ödül vermiyor. Hem zaten gerçekten zaman var mı?
Yorum ekle